• Sakamichi no Apollon - İnceleme


     

    Samurai Champloo ve Cowboy Bebop'ın ardından ilk kez bir dizi yönetmeye soyunan Watanabe Shin'ichirou'nun Genius Party'deki Baby Blue'dan 5 yıl sonraki ilk işi olan Sakamichi no Apollon (Kids on the Slope), 1960'ların Japonya'sındaki iki gencin dostluklarını animedeki en tecrübeli müzisyenlerden biri olan ve yönetmenin de sıkça birlikte çalışmayı sevdiği Kanno Youko'nun notalarıyla uzun bir konser edasında anlatıyor.

    Karakterleri, geçmişleri, görgüleri, tavırları ilk bakışta taban tabana zıtmış gibi görünen Sentarou ve Kaoru isimli iki delikanlının birbirlerine karşı zaman içinde evrilen sevgileri serinin merkezine yerleşiyor. Caz müzik etrafında ruh kazanan bu dostluk aynı cazda olduğu gibi atışma ve doğaçlama temalarıyla gelişiyor.

     

    Yokuş aşağı inen bu gençlerin yaşamlarının, Watanabe'nin 26 bölüme alışık performansında biraz fazla hızlı aktarıldıklarını düşünmek mümkün olsa da tersten okumayla bu süratin izleyiciye bariz bir özgürlük sağladığını farz etmek de son derece olası. Bölümler arasındaki zaman atlamalarını hiçbir şekilde geri dönüp renklendirmeyen yönetmen bu sayede noktaları birleştirme işini izleyiciye devrediyor.

    Hem karakterleriyle (yetişkinler yerine gençler) hem de anlatım ritmiyle (26 bölüm yerine 12 bölüm) yönetmenlik kariyerindeki iki diziden de farklı bir üslup izleyen Watanabe ortaya uzun ve dinlemesi çok keyifli bir caz konseri sunuyor. Elbette ki bu konseri verebilecek en büyük yeteneği, Kanno Youko'yu yanına alarak.

    0 Görüş:

    Yorum Gönder

    Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

     

    Neden?

    Küçükken gazetelerin verdiği "noktaları birleştir" oyununu çözerdik, hatırlar mısınız? Noktaları birleştirdiğimizde bir hayvanın veya nesnenin şekli ortaya çıkardı. Edebiyatta bu noktalar darmadağındır. Okur bu noktaları istediği gibi birleştirir, yeni şekiller meydana getirip istediğini elde edebilir. Buna "özgür algı" diyorum. Sinemada ise bu noktalar zaten yönetmen tarafından birleştirilip içi de boyanmış bir şekilde önünüze sunulur. Siz perdede bir insan gördüğünüzde bu insanın gerçekten var olduğunu ve oyunculuk yaptığını bilirsiniz. Dolayısıyla beyniniz anlatılan konuyu bu insanın üzerinden yorumlamaya güdülenir ve anlatılanlar hangi türde (korku/fantastik/drama/komedi vb.) olursa olsun sizin aklınız senaryo aşamasında yazılan metni (edebiyat) yönetmenin anlatımında idrak etmeye yönelir. Buna da "tarifeli algı" diyorum.

    Animasyonda ise bu noktalar birleştirilmiş olmalarına rağmen içleri bomboştur. Meydana getirilmiş şeklin neyi sembolize edeceğine karar vermek sizin seçiminizdedir. Bir insanı izlerken onun yaşayan bir varlık, oyunculuk yapan bir aktör olmadığının bilincindesinizdir. Gördüklerinizin hiçbirinin gerçek olmadığını bilir, hepsinin bir çizerin elinden ekrana yansıdığının farkında olarak izlemeye devam edersiniz. Bu anlatım tekniği de anlatılan konuyla yakınlaşmanızı kolaylaştırır. Edebiyat kadar özgür olmasa da izleyiciyi sinemadan çok daha serbest bırakmakta ve hikayeyi ön plana çıkarmayı başarmaktadır. Buna henüz bir isim bulamadım, zaten bu yüzden izliyorum.

    Followers

    Sugoi