• Aku no Hana - 02




    İlk bölümde bir hata yapmışım. Kasuga'nın annesi yaşıyor, o gördüğümüz ablası değil. Japonların kocalarına/karılarına anne/baba demeleri tuhaflığının kurbanı oldum...

    Aradan geçen bir haftalık süreçte Aku no Hana iğrengenliği haliyle çok daha baskın çıktı. Nedense herhangi bir şeyi seven insanlar şayet çoğunluk sevmemişse niçin sevdiklerini açıklamak zorunda kalıyorlar. İnsan doğası böyle bir şey. Hal böyle olunca da savunma yapmak adına bu kez aynı taktikle çoğunluğa saldırmak en kolay strateji oluyor. Kimseye pek öyle saldırma niyetinde değilim ama sayesinde anime dünyası için önemli bir kriteri -en azından bana- çok bariz kıldığı için Aku no Hana'ya teşekkür ediyorum.

    Bu seriye karşı hissedilecek duygu nefret olmalı, tiksinti değil. Rahatsız olmalıyız, saldırgan değil. Çirkin ile kötü, elma ile armut gibidir. Evet, Aku no Hana gayet çirkin, kusurlu, rahatsız ve irite edici, nefret edilesi bir seri; aynı, bazı sabahlar aynaya baktığınızda gördüğünüz manzara gibi. Hadi ama, kendinizi her gün beğeniyorsanız niye anime/film/dizi izliyorsunuz ki? Daha doğrusu (konudan uzaklaşmadan) niye izlediğiniz her anlatıda güzelliği şart koşuyor, bulamayınca "kötü" diye yaftalıyorsunuz ki? Güzelin zıttı çirkindir, ve çirkinlik nefret edilesi bir özellik değildir. He, güzel/çirkin nedir geyiğine hiç girmeye gerek yok ama sanatta illa güzellik arayan biri her zaman kötüdür.

    Neyse.

    Dağlarla çevrili bir kentte sıkışmışlık hissini iliklerine kadar yaşayan Kasuga ilk günahını işler. Aşık olduğu Saeki'nin şortunu, eşofmanını çalar. Geçen hafta öğretmene söven Nakamura da bu günaha şahitlik eder ve elem çiçeğinin ilk tohumu atılmış olur.

    Bölümde olanlar hemen hemen bundan ibaret ama yazıyı böyle güdük bırakma niyetinde değilim, ki zaten yaşananlardan ziyade gösterilenlerin bu seride daha değerli olduklarını düşünüyorum. Nitekim, dikkatimi çeken birkaç ince detayı kendimce yorumlamaya çalışayım:

    Bölümün başında eşofmanları çalmak üzereyken Kasuga'nın kendi sesi dış sese dönüşüyor ve bunu yapmaması için onu uyarıyor. Uyarılar devam ederken Kasuga'nın bedeni yine de eylemi sürdürüyor. Bu, mantığın ve bedenin ayrıştığı nokta ama daha da önemlisi Kasuga'nın -arkadaşının eşyasını çalmamayı öğretmiş- toplumdan kopup kendi ihtiraslarına öncelik verdiği an. Ayrıca, toplumdan bu soyutlanma hissinin de en bilindik sinema tekniklerinden biri olan kendine yabancılaşma, tepeden bir gözle yargılama aracılığıyla aktarıldığı sahne.

    İkincisi ise fazlasıyla öznel: Kasuga okuldan eve dönüp sinir krizi geçirmeden önce ekrana gelen bulut. Gökyüzünü tamamen kaplamış bulut kümesinde güneşin geçmesi için bırakılmış ufacık aralık aynı bir vajina gibi. Zaten Kasuga da bu bulutun gösterilmesinden hemen sonra Saeki'den af diliyor. Dediğim gibi, fazlasıyla öznel bir yorum.

    Üçüncü ve son detay ise yaptığı hırsızlık nedeniyle insanların onun hakkında ne düşüneceklerini tahayyül etmeye çalışırken, bu insanların Kasuga için ne kadar önem arz ettiklerinin sıralanması. Okulda iletişim kurduğu, eve kadar yürüdüğü ve izleyiciye arkadaşlarıymış gibi gösterilen delikanlılar önem sırasında en sondalar. Ailesi ikinci, Saeki ise ilk sırada. Sürekli kurtulmak istediği bu kasabada nefes almasını sağlayan tek gerçeklik Saeki, tek kurgu ise Elem Çiçekleri kitabı.

    Serinin yer yer sıkıcı olması çok normal, nihayetinde gayet rahatsız edici bir hikayeyi haddinden fazla ağır bir tempoyla anlatıyor. Ayrıca rotoskopun getirdiği bir dezavantaj da anlatının bir film gibi hikayeleştirilmiş ve sonrasında 13 parçaya bölünmüş gibi durması. Bıraktığı yerden devam eden hikayeleri genelde tamamlandıktan sonra izlemeyi tercih ederim ama başladık bir kere. Sonuçta Aku no Hana ilginç bir deneyim ama asla kötü değil.

    1 Görüş:

    1. Aku no Hana'nın mangasını takip eden biri olarak şunu söylemek istiyorum. Bana göre mangaka karakterlerden nefret etmemizi istemiyor, aksine empatiye davet ediyor. Hatta yer yer duygulanıyorsunuz. Çok farklı bir hikayesi yok aslında. 10 yaşında olanlar için çok ilginç gelebilir. Ama bu konuda çekilen filmler, yazılan romanlar var. Mangayı okurken bir yerden biliyorum bu hikayeyi demiştim. Animedeki çizimlere gelince, mangasını sevenlerin yadırgaması çok doğal. Çünkü mangadaki karakter çizimleri çok iyiydi. Aynen öyle çizilseydi, seri melankolisinden hiçbir şey kaybetmezdi.

      YanıtlaSil

    Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

     

    Neden?

    Küçükken gazetelerin verdiği "noktaları birleştir" oyununu çözerdik, hatırlar mısınız? Noktaları birleştirdiğimizde bir hayvanın veya nesnenin şekli ortaya çıkardı. Edebiyatta bu noktalar darmadağındır. Okur bu noktaları istediği gibi birleştirir, yeni şekiller meydana getirip istediğini elde edebilir. Buna "özgür algı" diyorum. Sinemada ise bu noktalar zaten yönetmen tarafından birleştirilip içi de boyanmış bir şekilde önünüze sunulur. Siz perdede bir insan gördüğünüzde bu insanın gerçekten var olduğunu ve oyunculuk yaptığını bilirsiniz. Dolayısıyla beyniniz anlatılan konuyu bu insanın üzerinden yorumlamaya güdülenir ve anlatılanlar hangi türde (korku/fantastik/drama/komedi vb.) olursa olsun sizin aklınız senaryo aşamasında yazılan metni (edebiyat) yönetmenin anlatımında idrak etmeye yönelir. Buna da "tarifeli algı" diyorum.

    Animasyonda ise bu noktalar birleştirilmiş olmalarına rağmen içleri bomboştur. Meydana getirilmiş şeklin neyi sembolize edeceğine karar vermek sizin seçiminizdedir. Bir insanı izlerken onun yaşayan bir varlık, oyunculuk yapan bir aktör olmadığının bilincindesinizdir. Gördüklerinizin hiçbirinin gerçek olmadığını bilir, hepsinin bir çizerin elinden ekrana yansıdığının farkında olarak izlemeye devam edersiniz. Bu anlatım tekniği de anlatılan konuyla yakınlaşmanızı kolaylaştırır. Edebiyat kadar özgür olmasa da izleyiciyi sinemadan çok daha serbest bırakmakta ve hikayeyi ön plana çıkarmayı başarmaktadır. Buna henüz bir isim bulamadım, zaten bu yüzden izliyorum.

    Followers

    Sugoi