• Psycho-Pass - İnceleme



    Cyberpunk, yüksek teknolojinin ve düşük yaşam koşullarının bulunduğu evrenlerde (çoğunlukla Dünya'da) geçen bir anlatı türüdür. Yapay zekalar, sanal gerçeklikler, dijital üstünlükler, mega kuruluşlar, hackerlar vb. pek çok teknolojik ilerleme seyirciyi yakın bir geleceğin (ama mutlaka geleceğin) dünyasına ışınlar. Makine gücüne dayandırılmış bu ilerlemeler insanlığın içinde bulunduğu aczi ortaya sererek yakın geleceği bir ütopya gibi göstermenin aksine tam bir distopya olarak tarif eder.

    İnsanoğlunun kendi etrafına ördüğü bu distopya farklı şekillere bürünebilir lakin -türün bir standardı olarak- mutlaka sorunlu bir geleceği işaret etmektedir. Teknolojinin sağladıkları artık yalnızca kısmi bir kitlenin yararınadır ve bu durum geri kalan çoğunluğu bilinçleri dahilinde veya haricinde mağdur etmektedir. Eskiden bir birey olan bu insanlar artık yalnızca birer kişiden/sayıdan/istatistikten ibarettir. Bu postmodernist teknolojinin görünmeyen yüzünde koyultulmuş bir nihilistik söylem saklıdır: İradesi olmayan insanın bir değeri yoktur.

    Psycho-Pass tipik bir cyberpunk örneği. Bir veya birkaç dedektifi takip eden ve genellikle polisiye türündeki eserlerde karşımıza çıkan cyberpunk altyapısını arka planına harfiyen yerleştiren seri, ana konuyu/davayı besleyen ve büyük bir yapbozun parçaları gibi oluşturulmuş 22 bölümünde de asıl düşmanın izini sürüyor. Kamu güvenliğini ve refahını (mevcut düzeni) korumak için kurulmuş MWPSB adındaki bir teşkilata yeni atanan başkarakter Tsunemori Akane aracılığıyla, animede düzeni sağlayan Sibyl sisteminin nitelikleri masaya yatırılıyor. İnsanların suça ne kadar yatkın olduklarını ölçen ve bu sayede dedektiflerin ellerinde tuttukları silahları bayıltma/paralize etme/infaz etme gibi farklı modlara sokabilen Sibyl sistemi, animenin geçtiği yakın geleceğin teknolojide geldiği son nokta olarak lanse ediliyor.

    Elbette, insanoğlunun elleriyle yarattığı ve sırtını tamamen ona dayadığı Sibyl yine insanoğlunun en büyük düşmanı. Psycho-Pass dünyasında yaşayanlar henüz bir suç işlememiş olsalar bile Sibyl'in ölçümlerine göre potansiyel suçlu ilan edilebiliyorlar. Sibyl karar veriyor, Sibyl yargılıyor, Sibyl hüküm veriyor fakat Sibyl infaz etmiyor; ettiriyor. Ellerinde tuttukları silah neyi uygun görürse onu yapmak zorunda olan dedektifler birer tetikçiden fazlası değiller. Hiçbir inisiyatif alma lüksleri, silahın dediğini yapmaktan başka bir seçenekleri yok. Sözün özü, iradeleri yok. İnsanlar teknolojiyi değil, teknoloji insanları kullanıyor.

    Sibyl, bio-organizma üzerinde gerçekleştirdiği simatik taramalarla insan zihninin nasıl çalıştığını, hangi yönlere meylettiğini görüyor; aslında öngörüyor. Bu öngörü de yasama-yürütme-yargı kuvvetini elinde bulunduran Sibyl'in ikircikli bir adalet kavramını temsil etmesine sebebiyet veriyor. Sibyl'i oluşturan öğeler seri içinde dehşet verici bir şekilde aydınlatılırken, distopya içinde yaşayan kişilerin kaderleri de aynı öğeler tarafından "atanıyor". Kişiler sınavlara giriyor, aldıkları puanlara göre kariyerleri tayin ediliyor. "Radar"a yakalandıklarında "puanları" haddinden fazla çıkmadığı sürece yaşamalarına izin veriliyor, aksi takdirde cezai müeyyide uygulanıyor. Bu insanların kendilerine ait bir tercihleri yok, hata yapma "şansları" yok, neredeyse tüm yaşamları paketlenmiş bir formatta onlara empoze ediliyor.

    Dayatılmış bir yaşantıyı baş düşmanı Makishima Shougo'nun Weber, Dick, Foucault gibi önemli filozof ve yazarlardan yaptığı alıntılarla ve fiiliyata döktüğü vahşice eylemlerle eleştiren seri, iyi ve kötü kavramlarının içini boşaltarak hem karakterlerinin hem de seyircinin ahlaki değerlerini nötralize etmeyi başarıyor. Bir noktadan sonra, serinin geçtiği yaşantının zıt kutbunda yer alan nihilist tutum seyirciyi tarafsızlaştırmaya ve duruma yalnızca tanıklık eden birer gözlemciye dönüştürmeye başlıyor. Makishima Shougo'nun ve MWPSB'nin son ana dek karşıdaki kefeyi yukarı çekemedikleri teraziyi ise serinin başkarakteri olan ve örtülü bir şekilde Themis'i andıran Tsunemori Akane tutuyor.

    Cyberpunk türünün tarihindeki en önemli eserlerden ikisi olan Blade Runner ve Ghost in the Shell ile doğal olarak benzerlikler taşıyan Psycho-Pass, türe herhangi bir yenilik getirmese de kaydadeğer bir tempoyla seyirciyi atmosferine dahil eden başarılı bir anime olarak tarihteki yerini alıyor.

    2 Görüş:

    1. ilk başladığımda bu kadar felsefik bi anime olabileceğini tahmin etmemiştim ya da farketmemiştim. gerçi bunun sebebi türüne bile bakmadan animeye balıklama atlamamdan kaynaklanıyor da olabilir ama iyi ki atlamışım diyorum. bence izlenmesi çok şart olmasa da izlerken insanı bir an bile sıkmayan animelerden çoğu distopyanın aksine burada sistemi destekleyen ve desteklemeyen ve anarşist olan karaktere de sempati duyuyorsunuz. son bölümleri izlemedim bilmiyorum ne olacak ama ne kougamiye ne de makishimaya veda etmek istemem doğrusu

      YanıtlaSil
    2. Animeyi her hafta takip ettim ama sırf takip etmek için ediyordum. Yaklaşık ortalarında geldiğinde sürekli İngilizce izlediğim için her bölümün yarısına yakını anlamıyorum. Yine de son bölümüne kadar her hafta izledim şimdi baştan Türkçe altyazılarıyla adam gibi izlemeyi, izlettirmeyi düşünüyorum.

      YanıtlaSil

    Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

     

    Neden?

    Küçükken gazetelerin verdiği "noktaları birleştir" oyununu çözerdik, hatırlar mısınız? Noktaları birleştirdiğimizde bir hayvanın veya nesnenin şekli ortaya çıkardı. Edebiyatta bu noktalar darmadağındır. Okur bu noktaları istediği gibi birleştirir, yeni şekiller meydana getirip istediğini elde edebilir. Buna "özgür algı" diyorum. Sinemada ise bu noktalar zaten yönetmen tarafından birleştirilip içi de boyanmış bir şekilde önünüze sunulur. Siz perdede bir insan gördüğünüzde bu insanın gerçekten var olduğunu ve oyunculuk yaptığını bilirsiniz. Dolayısıyla beyniniz anlatılan konuyu bu insanın üzerinden yorumlamaya güdülenir ve anlatılanlar hangi türde (korku/fantastik/drama/komedi vb.) olursa olsun sizin aklınız senaryo aşamasında yazılan metni (edebiyat) yönetmenin anlatımında idrak etmeye yönelir. Buna da "tarifeli algı" diyorum.

    Animasyonda ise bu noktalar birleştirilmiş olmalarına rağmen içleri bomboştur. Meydana getirilmiş şeklin neyi sembolize edeceğine karar vermek sizin seçiminizdedir. Bir insanı izlerken onun yaşayan bir varlık, oyunculuk yapan bir aktör olmadığının bilincindesinizdir. Gördüklerinizin hiçbirinin gerçek olmadığını bilir, hepsinin bir çizerin elinden ekrana yansıdığının farkında olarak izlemeye devam edersiniz. Bu anlatım tekniği de anlatılan konuyla yakınlaşmanızı kolaylaştırır. Edebiyat kadar özgür olmasa da izleyiciyi sinemadan çok daha serbest bırakmakta ve hikayeyi ön plana çıkarmayı başarmaktadır. Buna henüz bir isim bulamadım, zaten bu yüzden izliyorum.

    Followers

    Sugoi