• Ace o Nerae! - Sezon 1 - İnceleme



    15 yaşındaki Oka Hiromi hayranlık duyduğu, kendisinden bir yaş büyük olan Ryuuzaki Reika (Ochoufujin) yüzünden okulunun tenis kulübüne yazılmıştır. Antrenmanlara katılan ama tenisi ciddiye almayan Hiromi'nin o güne kadar arkadaşı Maki ve kedisi Goemon ile tekdüze bir şekilde süren yaşantısı, kulübe gelen yeni koç Munakata Jin'in onda bir ışık görmesi sayesinde tamamen değişecektir.



    1973 tarihli Aim for the Ace! bir spor dalını arka plan olarak benimsemiş ağır bir drama. Kimseye zararı olmadan kendi halinde takılan Hiromi'nin bir anda koç tarafından takıma dahil edilmesiyle birlikte ergenlik çağındaki bir kızın yaşadığı sonu gelmez çileler tenis müsabakalarının öncesinde, esnasında ve sonrasında trajik bir tonda işleniyor. Yavaş yavaş yaptığı sporu sevmeye başlayan Hiromi de bu acı dolu süreçte ergenlikten yetişkinliğe yapılan geçişin sancılarıyla boğuşuyor. Ne zaman onu mutlu eden, hayatına neşe getiren bir gelişme olsa çok geçmeden yaşıtlarının kıskançlıklarına ve kin dolu planlarına maruz kalıyor.

    Sürekli ezilen Hiromi tek sığınağı olarak gördüğü arkadaşı Mika'dan destek alsa da içinde yaşadığı toplum (tenis takımı) onu sürekli dışlamaya ve onun mümkün olduğu kadar canını acıtmaya çalışıyor. Bu dramatik yapı Hiromi için olduğu kadar izleyici için de hayli zorlayıcı. Hiromi ve Mika haricindeki herkes neredeyse bir düşman gibi yansıtılıyor. Sürekli haksızlığa uğrayan Hiromi ister istemez mağdur sempatisini kazanıyor ve seri de amaçladığı tek taraflı bakış açısını başkarakterinin etrafına ördüğü dikenli teller sayesinde yavaş yavaş kabul ettirmiş oluyor.



    Acıma duygusuyla şekillendirilmiş Hiromi'nin neredeyse sıfırdan başladığı tenis kariyerinde tepeye doğru yürüyüşüne bizleri ortak eden anime ise yapılan sporun kurallarını teknik açıdan pek de umursamıyor. Çizgi dışına düşen servislerin karşılanması, topun yerde iki kez sekmesine rağmen oyunun devam etmesi, maç skorlarındaki tuhaflıklar gibi hataların yanı sıra bazen karakterlerin saç renklerinin değişmesi, ses ve ağız hareketlerindeki senkronun örtüşmemesi, uzak planlarda karakterlerin yüzlerinin tamamen farklı bir insana aitmiş gibi görünmeleri animasyondaki tutarsızlıklar olarak öne çıkıyor.

    Ucundan da olsa hissettirilen romantizm ile kısmen bir derinlik yakalamış Ace o Nerae gereğinden fazla koyulaştırılmış dramatik bir yapıyı benimseyerek, genç bir kızın her zorluğa göğüs germesi sayesinde nasıl bir öykü kahramanına dönüştüğünün bir örneği olarak karşımıza çıkıyor.

    3 Görüş:

    1. Öncelikle böyle bir seriyi seçtiğin için tebrik ederim. Ne yazık ki çoğu Türkçe anime blog'u yada sitesinde maalesef 90'lar öncesi hakkında tanıtımı & doyurucu yorumu yapılan yapımlar sadakatsiz bir Yakuza'nın bir elinin parmak sayısını geçmiyor maalesef. Bu tarz daha çok yazı görmek dileğiyle, emeğine sağlık diyorum öncelikle.

      Ace wo Nerae'yi izlediğimde muhtemelen 91 yada 92'ydi ve TRT'nin o dönem toplu yayın anlaşmasıyla aldığı bir çok yapım gibi haftada bir günlük bir tempoda ayınlanıyordu. Hiromi'nin en başta kendisinin bile kabul ettiği güçsüzlüğü ve iradesizliğinin zamanla tersine dönmesi, onun kendi potansiyeline inanması ve sürekli çalışmasıyla gerçekleşmesi seriyi spor temalı çoğu seriden ayırıyordu aslında.

      Seriyi bu tarz serilerden ayıran en önemli faktör onun saha dışı rekabet ve çirkefliklere karşı direnmek zorunda olmasıydı. Bu daha ziyade onu kendi kafalarındaki stereotipe göre yaftalamış insanlarla kendi sahip olduğu kimliği kanıtlamak için savaşan bir bireyin mücadelesiydi benim için.

      Bazı sahneleri ve bölümleri akıllardan silinmeyen bir yapım. Örnek vermem gerekirse şu "raptiye" sahnesinden yıllar sonra bile her sabah evden çıkmadan istemsiz şekilde ayakkabının içinde birşey var mı diye bakar olmuşumdur mesela.

      Serinin bir de filmi var. Film serideki çoğu anahtar noktayı pas geçse de serideki karakter gelişimi öğesine odaklanıyor ve serinin aslında vurgulamak istediği şeylere odaklanarak serinin altını dolduruyor.

      Devam serisi ve OVA'lar klasik seriyle kıyaslanamayacak kadar iyi animasyonlara sahipler. (Klasik serinin Madhouse'un ilk serisi olduğunu düşünürsek, onların bir zamanlar ileriye dönük bu kadar gelişim gösterebilmeleri bugünleri hatırladığımızda fazlasıyla manidar kalıyor) Her ne kadar hala çevirisi yapılmamış olsa da Fansub'unu görmek için sabırsızlandığım yapımlar arasında başta geliyorlar.

      Seri hakkında bir diğer not da, GAINAX'ın en sevdiğim yapıtı Gunbuster'ın (80'lerdeki klasik serisi, 2000'lerdeki şu sözde -ve leş- sequel değil) aslında Ace wo Nerae'nin bir tür intihali olması: 6 bölümlük serinin özellikle ilk bölümü seriye başka türlü yaklaşmanızı zorlaştırıyor. Ortak noktalar çok fazla çünkü. (Her iki karakterin de tek başına yaşayan ve rol modeli olarak okuldaki abla figürünü gören bir kız olması, koç'un okula geldiği ilk gün herkesi okulun çevresinde koşturması, her iki seride de seçilmiş ikili olarak kızın ve onun rol modelinin seçilmesi, bunu çekemeyenlerin çirkeflikleri, her iki seride de kızın tek sırdaşının astroloji meraklısı silik bir kız olması, koç'un sırrı, "kendine güven, imkansızı başar!" mesajı... vs vs vs ) Neyse ki seri 2. OVA ile birlikte kendi tarzını buluyor ve "kendine inanarak imkansızı gerçekleştirecek kişi haline gelmeyi" kendine has ve unutulmaz bir finalle anlatmayı başarıyor.

      Toparlamam gerekirse Ace wo Nerae bir spor serisinden ziyade pozitif bir mesaj verme çabasını rahatsız edici olmadan da anlatabilen nadir serilerden olmayı kanımca şu an bile başarıyor. Fabrikasyon serilerden skılanlara şiddetle önerdiğim, nostalji hissiyatından öte şekillerde de izleyebileceğiniz bir klasik.

      YanıtlaSil
    2. İnceleme için teşekkürler.Madem 70'ler serilerini izliyorsun yine Dezaki'nin yönettiği muhteşem Rose of Versailles'i de izlemeden geçmezsin umarım.

      YanıtlaSil
    3. Her çizim tarzını seyredebiliyorum ama bu burunlar ve gözler öldürüyor beni :))) Uzun zamandır seyretmek istediğim bir seri bu da.

      YanıtlaSil

    Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

     

    Neden?

    Küçükken gazetelerin verdiği "noktaları birleştir" oyununu çözerdik, hatırlar mısınız? Noktaları birleştirdiğimizde bir hayvanın veya nesnenin şekli ortaya çıkardı. Edebiyatta bu noktalar darmadağındır. Okur bu noktaları istediği gibi birleştirir, yeni şekiller meydana getirip istediğini elde edebilir. Buna "özgür algı" diyorum. Sinemada ise bu noktalar zaten yönetmen tarafından birleştirilip içi de boyanmış bir şekilde önünüze sunulur. Siz perdede bir insan gördüğünüzde bu insanın gerçekten var olduğunu ve oyunculuk yaptığını bilirsiniz. Dolayısıyla beyniniz anlatılan konuyu bu insanın üzerinden yorumlamaya güdülenir ve anlatılanlar hangi türde (korku/fantastik/drama/komedi vb.) olursa olsun sizin aklınız senaryo aşamasında yazılan metni (edebiyat) yönetmenin anlatımında idrak etmeye yönelir. Buna da "tarifeli algı" diyorum.

    Animasyonda ise bu noktalar birleştirilmiş olmalarına rağmen içleri bomboştur. Meydana getirilmiş şeklin neyi sembolize edeceğine karar vermek sizin seçiminizdedir. Bir insanı izlerken onun yaşayan bir varlık, oyunculuk yapan bir aktör olmadığının bilincindesinizdir. Gördüklerinizin hiçbirinin gerçek olmadığını bilir, hepsinin bir çizerin elinden ekrana yansıdığının farkında olarak izlemeye devam edersiniz. Bu anlatım tekniği de anlatılan konuyla yakınlaşmanızı kolaylaştırır. Edebiyat kadar özgür olmasa da izleyiciyi sinemadan çok daha serbest bırakmakta ve hikayeyi ön plana çıkarmayı başarmaktadır. Buna henüz bir isim bulamadım, zaten bu yüzden izliyorum.

    Followers

    Sugoi