• Sakamichi no Apollon - 02



    Watanabe yine bir yerden dinsel motifler serpiştiriyor. Champloo'da mükemmel bir bağlama çekip Hristiyanlığı serinin yan öğelerinden biri olarak kullandığı için beni hiç rahatsız etmemişti ama sanki bu kez durum farklı. Sentarou ile Ritsuko'nun kiliseye düzenli olarak gitmeleri de beni ırgalamaz fakat delikanlının "özel bir çocuk" olması bu animeyi çok klişe yönlere çekebilirmiş gibi hissettim. En azından bir kuşku ve bundan dolaylı bir ufak korku uyandı bende.

    Sonuçta yaşayan bir ustadan bahsediyoruz. Sevecenlik dolu düşsel sahneleri, dinsel temaları, Kaoru'nun ergen fantezilerini ne kadar kullanırsa kullansın o ufacık konser, lezizden de leziz animasyon ve kumsaldaki yıldırım aşkı bile benim diyen yönetmenlerin elinde murdar olmaya (doğrusu böyle yazılıyormuş... ilginç!) müsait ayrıntılarken Watanabe allayıp pullamadan, mümkün olan en doğal haliyle sunmaya gayret ediyor. Zaten serinin samimiyeti de bu doğallık sayesinde ortaya çıkıyor.

    Hatta manganın barındırdığı ve Watanabe'nin biraz törpülediği klişelere (aksiyon çıksın ve Sentarou gelip kurtarsın diye Kaoru'ya sürekli bela olan tipler gibi) rağmen çok sesliliğini sürdürüyor Sakamichi no Apollon. Bundan kastım sadece mini caz konseri değil, seslendirme sanatçılarından çizerlere ve hatta stüdyosuna kadar herkesin varlığının bir şekilde göz önünde olmasından bahsediyorum. Bölümleri izlerken karşınızda net olarak bir ekip çalışması görüyorsunuz. En güzel yanıysa bu ekipteki herkesin aynı hizada durması ve senkronize hareket etmeleri.

    3 Görüş:

    1. Dinsel motifler benimde epey ilgimi çekti sanırım Japonyada epey misyonerlik hareketi var

      YanıtlaSil
    2. Aslında bu seride dinsel motifler yönetmenden kaynaklı değil. Mangasında zaten bu kareler vardı. Hatta Sentarou'nun özel bir çocuk olduğundan da bahsediliyordu.

      YanıtlaSil
    3. Haklısın, mangaya biraz göz atınca neredeyse aynen animeleştirildiğini gördüm. Watanabe için hevesini alma ve Yoko'ya kıyak çekme serisi olacak gibi duruyor.

      YanıtlaSil

    Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

     

    Neden?

    Küçükken gazetelerin verdiği "noktaları birleştir" oyununu çözerdik, hatırlar mısınız? Noktaları birleştirdiğimizde bir hayvanın veya nesnenin şekli ortaya çıkardı. Edebiyatta bu noktalar darmadağındır. Okur bu noktaları istediği gibi birleştirir, yeni şekiller meydana getirip istediğini elde edebilir. Buna "özgür algı" diyorum. Sinemada ise bu noktalar zaten yönetmen tarafından birleştirilip içi de boyanmış bir şekilde önünüze sunulur. Siz perdede bir insan gördüğünüzde bu insanın gerçekten var olduğunu ve oyunculuk yaptığını bilirsiniz. Dolayısıyla beyniniz anlatılan konuyu bu insanın üzerinden yorumlamaya güdülenir ve anlatılanlar hangi türde (korku/fantastik/drama/komedi vb.) olursa olsun sizin aklınız senaryo aşamasında yazılan metni (edebiyat) yönetmenin anlatımında idrak etmeye yönelir. Buna da "tarifeli algı" diyorum.

    Animasyonda ise bu noktalar birleştirilmiş olmalarına rağmen içleri bomboştur. Meydana getirilmiş şeklin neyi sembolize edeceğine karar vermek sizin seçiminizdedir. Bir insanı izlerken onun yaşayan bir varlık, oyunculuk yapan bir aktör olmadığının bilincindesinizdir. Gördüklerinizin hiçbirinin gerçek olmadığını bilir, hepsinin bir çizerin elinden ekrana yansıdığının farkında olarak izlemeye devam edersiniz. Bu anlatım tekniği de anlatılan konuyla yakınlaşmanızı kolaylaştırır. Edebiyat kadar özgür olmasa da izleyiciyi sinemadan çok daha serbest bırakmakta ve hikayeyi ön plana çıkarmayı başarmaktadır. Buna henüz bir isim bulamadım, zaten bu yüzden izliyorum.

    Followers

    Sugoi