• Cross Game




    Dört Yapraklı Yonca

    Normalde sporla ilgili serileri tekdüze ve birbirlerinin kopyası bulmuşumdur. Hepsinde sayısız bölüm süren sayısız maçlar yapılır, genelde hep sahada ya da antrenmanda geçer, karakterleri o sporun birer oyuncusundan öteye taşıyamaz ve bu saydıklarım nedeniyle de konu edilen spor branşı hariç hiçbir vasıflarını ön plana çıkaramazlar. Lakin Cross Game beyzolu yan konu olarak seçmiş bir spor serisiydi ve şimdiye kadar izlediklerimin de en iyisiydi.

    2009 Nisan'ında başlayan ve 50. bölümüyle finalini gerçekleştiren seri daha ilk bölümünün finaliyle hafife alınmayacak bir yapım olduğunu gösteriyordu. O ilk bölüm serinin tüm gidişatını etkiledi ve karakterler arası ilişkilerden tutun beyzbol maçlarındaki sayıları bile değiştirdi. Cross Game'in bu kadar tutarlı bir yapım olmasında mangadan gelmesinin etkisi tabii ki büyük. Çok geniş kadrosundaki her karakteri geliştirmek için bölümler dizayn etmesinin yanında bu gelişimleri eksiksiz bırakabilmek için özel anlar da sıkıştırdı. Başrollerdeki Kitamura Kou ve Tsukishima Aoba'nın karakter gelişimlerini tamamlamayıysa finalin son anına kadar bekletmeyi muhteşem bir şekilde başardı.




    Serinin başarısı sadece karakter gelişimlerinde yatmıyordu elbette. "Slice of Life" türünün mükemmel bir örneği olan Cross Game kendine has mizahını yine kendine has dramıyla harmanladı. Hiçbir bölümünde filler kullanmadı ki bu da kendine ne kadar güvendiğinin göstergesiydi. Maçlar konusunda kendinden beklenmesi gerekeni verdi, asla bir beyzbol serisi olarak hatırlanmak istemediğini kanıtladı. İlk bölümüyle ana karakterlerin çocukluk çağlarını anlatan seri geri kalan 49 bölümde tek bir süreci inceledi: Lise çağlarındaki bir grup gencin mezun olmadan önce Koshien Stadyumu'nda final oynama isteklerini.

    Bu süreçte her takımın başına gelecek dakikaları resmeden Cross Game karakterlerimize mağlubiyet, hayal kırıklığı, galibiyet gibi sıradan spor derslerini vermesinin yanında takım olgusu, birliktelik, kabullenme gibi insanı dersler de sundu. Cross Game kuşbakışı görünümle beyzbol serisiyken yakın plana gelindiğinde olgunlaşma süreciyle ilgilendi. Çocukluk çağlarında felaket bir trajediyle karşılaşmış bu gençlerin ergenlik çağlarına odaklandı ve onların her bozumdan nasıl ayağa kalkabildiklerini sergiledi. En çok hoşuma gidense gerektiğinde ağlatabilmeyi de güldürebilmeyi de becermesi ve bunu asla duygularımıza "oynamadan" yapabilmesi oldu. Cross Game eşine az rastlanan "insani" serilerden biriydi.

    3 Görüş:

    1. Selamlar,

      Adachi Mitsuru'nun hep ayni hikayeyi biraz degistirerek anlattigi mangalarindan en basarili olani Cross Game'in animesinde hic filler olmadigini söylemissin ya; bütün o kiz baseball takimi secmeleri vb. fillerdi haberin olsun istedim :)

      YanıtlaSil
    2. Selam, ismini bıraksan daha iyi olurdu ama en azından itiraz edecek (düzeltecek) birilerinin yorum yaptığını görmek de güzel. Ben o bölümleri fillerdan ziyade Aoba'nın karakter gelişiminin önemli safhaları olarak görmeyi yeğlemiştim. Yoksa 50 haftalık bir seride filler hissiyatı vermeyen tek bölüm bulmak elbette zor :)

      YanıtlaSil
    3. Cidden tam düşündüklerimi ve hissettiklerimi yazmışsın. Teşekkürler.

      Seri drama, günlük hayat, ve sporu çok iyi harmanlamış. Karakter gelişimi gene aynı şekilde sade ve çok eğlenceli.

      Bir seriyi bir çırpıda bitirmek için gerekli görülen kavga-dövüş yada merak olmamasına rağmen insanın bir oturuşta bitiresi geliyor. İzlediğim en iyi serilerden birisi fakat ne çok komik, ne çok heyecanlı, ne çok derin bir kurgusu var, ve nede olağanüstü karizmatik karakter dolu. Galiba kazandığı nokta sadeliği çok güzel ve içten yansıtması :) Kısaca ben bile neden bu seriyi bu kadar beğendim anlamış değilim hehe :D

      YanıtlaSil

    Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

     

    Neden?

    Küçükken gazetelerin verdiği "noktaları birleştir" oyununu çözerdik, hatırlar mısınız? Noktaları birleştirdiğimizde bir hayvanın veya nesnenin şekli ortaya çıkardı. Edebiyatta bu noktalar darmadağındır. Okur bu noktaları istediği gibi birleştirir, yeni şekiller meydana getirip istediğini elde edebilir. Buna "özgür algı" diyorum. Sinemada ise bu noktalar zaten yönetmen tarafından birleştirilip içi de boyanmış bir şekilde önünüze sunulur. Siz perdede bir insan gördüğünüzde bu insanın gerçekten var olduğunu ve oyunculuk yaptığını bilirsiniz. Dolayısıyla beyniniz anlatılan konuyu bu insanın üzerinden yorumlamaya güdülenir ve anlatılanlar hangi türde (korku/fantastik/drama/komedi vb.) olursa olsun sizin aklınız senaryo aşamasında yazılan metni (edebiyat) yönetmenin anlatımında idrak etmeye yönelir. Buna da "tarifeli algı" diyorum.

    Animasyonda ise bu noktalar birleştirilmiş olmalarına rağmen içleri bomboştur. Meydana getirilmiş şeklin neyi sembolize edeceğine karar vermek sizin seçiminizdedir. Bir insanı izlerken onun yaşayan bir varlık, oyunculuk yapan bir aktör olmadığının bilincindesinizdir. Gördüklerinizin hiçbirinin gerçek olmadığını bilir, hepsinin bir çizerin elinden ekrana yansıdığının farkında olarak izlemeye devam edersiniz. Bu anlatım tekniği de anlatılan konuyla yakınlaşmanızı kolaylaştırır. Edebiyat kadar özgür olmasa da izleyiciyi sinemadan çok daha serbest bırakmakta ve hikayeyi ön plana çıkarmayı başarmaktadır. Buna henüz bir isim bulamadım, zaten bu yüzden izliyorum.

    Followers

    Sugoi