• Higashi No Eden




    Çok bilinmeyenli denklem

    Geçen yılın en dişe dokunur serilerinden biri olan Higashi No Eden'i nihayet izledim. Yayınlandığı dönemde neden bilmiyorum, hep romantik bir seriymiş gibi gördüğümden olsa gerek izlemeyi ertelemiştim. Herhangi bir türe mutlaka sokulacaksa romantizmle hiç ilgisi bulunmayan seri için "Gizem/Polisiye" demek daha yerinde olur. Tüm seri boyunca Takizawa'nın geçmişini biz de onunla birlikte öğrenmeye çalışıyor ve serinin asıl konusu olan "Noblesse Oblige" kavramına odaklanıyoruz. Yönetmen Kenji Kamiyama. İsmen çıkaramadıysanız "Ghost in the Shell" diyeyim, her kapı açılsın.

    İlk bölümün açılışında Saki'yi Amerika'da görüyoruz. Üniversite eğitimi için okul gezen Saki yaptığı tur sırasında Beyaz Saray'a karşı ufak bir protestoda bulunurken onu polislerden kurtaran çırılçıplak bir vaziyette bir elinde silah, diğerinde telefon tutan Takizawa oluyor. Kim olduğunu hatırlamayan Takizawa'ya montunu ve şapkasını veren Saki daha sonra pasaportunun montunun içinde olduğunu hatırlayarak genç adamın peşine takılıyor ve ikilinin hikayesi başlamış oluyor.



    Serinin hoşuma giden ilk noktası kendini konumlandırdığı, eleştirdiği, incelediği yaş profilinin gençler olması. Gençten kasıt da aslında Japonya'da her geçen gün artan ve artık ciddi bir tehlike olarak görülen "NEET" popülasyonu üyeleri. Teen'in tersten okunmasıyla kolayca kavramlaştırılan bu gençler sistemin boşluklarına kendilerini yamalamış, okumayan, çalışmayan, eğitim görmeyen kişiler olarak değerlendiriliyor. Seri içinde de çokça telaffuz edildiği üzere zombilere benzetilen bu gençlerin Takizawa'nın satın aldığı alışveriş merkezine gelmeleri ilk bölümlerde sıkça bahsi geçen filmlerden "Dawn of the Dead"e güzel bir saygı duruşu oluyor. Tabii filmler demişken serinin çılgıncasına referans attığı birçok film bulunmakta. Taxi Driver, Jason Bourne, Dawn of the Dead, Cinema Paradiso, The Cold Blue, Quadrophenia, Sundance Kid gibi filmler hafızasını sildirmiş Takizawa'nın her hareketini anlamlandırmak için kullandığı örnekler gibi görülebilir.

    Serinin geçtiği yakın gelecekte (2010 sonları) yaşanan füze saldırıları (Careless Monday) sonrası kimsenin kılının kıpırdamaması toplumun duyarsızlaşıp tepkisizleşmesinin bir örneği. Bu tepkisizliği çözmek için Mr. Outside tarafından seçilen 12 Seleçao'ya 10 milyar Yen verilmesiyle hikayemiz şekilleniyor. 9. Seleçao olan Takizawa'nın gizem dolu geçmişini çözme çabaları sırasında diğer Seleçaolar ile de yakınlık kuruyor ve uçlarda gezinen çeşitliliklerine tanık oluyoruz. Seleçaolar arasında benim ilgimi en fazla 11. Seleçao olan Shiratori Diana Kuroha çekti. Başlarda bir cani gibi gösterilen Diana'nın yaptığı eylemi izah etmekte kullandığı şu sözü serinin felsefik içeriklerinden yalnızca biriydi: "Ne kadar uğraşsam da dünyanın en fazla yarı nüfusuna yaranabilirim: Kadınlara."



    11 bölümlük bu kısa seri hikayesini henüz sonlandırmadı ki zaten finali de ucu çok açık şekilde bırakıldı. Çekilmiş ve çekilecek olan toplam 3 filmiyle anlatacaklarını bitirmeyi planlayan Higashi No Eden projesi kusursuz yönetimi, karakterlerin burunları üzerindeki yara bandı misali gölgelendirmesi hariç noksansız animasyonu, OP'de çalan Oasis'in Falling Down'u ve anime dünyasında uzun zamandır eksikliği çekilen gizem/macera türüne getirdiği post-apokaliptik yakın gelecek yaklaşımıyla izlenmeyi hak eden bir yapım. Yalnız sadece seriyi izleyerek tatmin etmeyeceği de aşikar.

    0 Görüş:

    Yorum Gönder

    Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

     

    Neden?

    Küçükken gazetelerin verdiği "noktaları birleştir" oyununu çözerdik, hatırlar mısınız? Noktaları birleştirdiğimizde bir hayvanın veya nesnenin şekli ortaya çıkardı. Edebiyatta bu noktalar darmadağındır. Okur bu noktaları istediği gibi birleştirir, yeni şekiller meydana getirip istediğini elde edebilir. Buna "özgür algı" diyorum. Sinemada ise bu noktalar zaten yönetmen tarafından birleştirilip içi de boyanmış bir şekilde önünüze sunulur. Siz perdede bir insan gördüğünüzde bu insanın gerçekten var olduğunu ve oyunculuk yaptığını bilirsiniz. Dolayısıyla beyniniz anlatılan konuyu bu insanın üzerinden yorumlamaya güdülenir ve anlatılanlar hangi türde (korku/fantastik/drama/komedi vb.) olursa olsun sizin aklınız senaryo aşamasında yazılan metni (edebiyat) yönetmenin anlatımında idrak etmeye yönelir. Buna da "tarifeli algı" diyorum.

    Animasyonda ise bu noktalar birleştirilmiş olmalarına rağmen içleri bomboştur. Meydana getirilmiş şeklin neyi sembolize edeceğine karar vermek sizin seçiminizdedir. Bir insanı izlerken onun yaşayan bir varlık, oyunculuk yapan bir aktör olmadığının bilincindesinizdir. Gördüklerinizin hiçbirinin gerçek olmadığını bilir, hepsinin bir çizerin elinden ekrana yansıdığının farkında olarak izlemeye devam edersiniz. Bu anlatım tekniği de anlatılan konuyla yakınlaşmanızı kolaylaştırır. Edebiyat kadar özgür olmasa da izleyiciyi sinemadan çok daha serbest bırakmakta ve hikayeyi ön plana çıkarmayı başarmaktadır. Buna henüz bir isim bulamadım, zaten bu yüzden izliyorum.

    Followers

    Sugoi