İd'ine daima en ufak mikrop bulaşsa temizlenemeyecek kadar lüks bir eşya gibi davranan, bir diğer patolojik bulgudan ibaret paranoyak bir hastalık hastası olan insana; herhangi bir tehlikeye karşı içgüdüleriyle keşfettiği özünün etrafındaki zırhın da mutlaka korunması gerektiği öğretilmeye başlandı. Ruhunun her daim kendisine ait olduğunu hissetme saplantısıyla yaratılmış ve bu saplantıyı genlerinde taşımaya devam eden insan, ilk kez öğreniyordu: Ben'ini maddiyata ve maneviyata karşı muhafaza eden bedenini de muhafaza edebilecek bir beden daha yaratabilirdi. İnsan, evi yaratmayı öğrendi.
Kafasındaki evi inşa etmeyi henüz öğrenmemiş insan, etrafında bulunan yapıları denemeye başladı. Çıktığı bedendeki rahmi andıran mağaralara, oyuklara, deliklere fizikselliğini koruyacak bir sığınak gözüyle yaklaşan insan, ilk evini bulmuştu. Öğrenmişti ki, gündüz sahip olduğu duyularıyla sağladığı kendini koruma yetisindeki en önemli ve en güçlü olan parça, gece çöken karanlığa karşı hayli zayıflamaktaydı. Ruhunu her an koruyan bedeninin en keskin silahı olan görme duyusu neredeyse pasifize ediliyordu. Ayrıca ışığın tadını çıkardığı ve diğer varlıklardan üstün durumda bulunduğu gündüz vakti boyunca yorduğu bedeninin de dinlenmesi gerekiyordu. Ne de olsa tek bir mikroba bile tahammül edemeyen ruhun aksine, bedenin her türlü pislikten arınabilen bir kılıf olduğunu çoktan idrak etmişti.
Uyuyacak ve maneviyatını bir gün boyunca başarıyla müdafaa etmiş bedenini mükâfatlandıracaktı. Uyku haline geçtiğinde her türlü tehlikeye karşı savunmasız kalan bedeni, ruhunu da savunamaz, zapt edemez hale gelmekteydi. Gün boyu hapsedilmiş olan benliği, serbest kaldığı anda, kendini sarmalamış tabutun kapağını açarak özgürlüğünü rüyalarda aramaktaydı. Benliğin, düşleri süresince canlandırdığı imgelere de vücutlar biçtiği oluyordu fakat bunların hiçbiri ona fiziksel bir acı yaşatacak kadar tehlikeli değillerdi. İnsan, yalnızca ayık olmadığında ruhunu özgür bırakıyordu.
Bedeninin de aynı özgürlüğe sahip olmasını isteyen bu canlı, daha önceden keşfettiği ve bir süre deneyimlediği evi yeniden tasarlamak için kolları sıvadı. Anasından kalma mağaralar, oyuklar, delikler onun ihtiyacını karşılamaya yetmeseler de mimarileri bir örnek teşkil ediyordu. Gün içinde görevini yapıp gece ödüllendirilen bedenin etrafını kapatacak bir mimari aslında kâfi gelebilirdi ama insan seçim yapabileceğini öğrenmiş bir canlıydı. Dolayısıyla bu mimariyi "canı istediğinde" değiştirebileceği bir şekle sokması onun için pek de zor olmadı. Ruhu için her türlü yaraya maruz kalabilecek bedenini tehlikeye atacağı süreye de yere de artık kendisi karar verebilirdi. Evinden dışarı çıkması gerekmemeliydi; eğer bunu göze alıyorsa tehlikeyi evine, gündüz vakti de davet edebilmeliydi. Ruhunu kollayan bedenini kollamak için diğer barınakları deneyimlemiş olan insan, tabiatın ona sunduğu doğal rahimleri yıkmaya başladı ve kendi benliğine uygun olarak bina ettiği bu evlere yalnızca tek bir ekleme yaparak amacına ulaştı. İnsan, kapıyı icat etti.
Hobi olarak ifa ettiğin bu kelimelerle inşa eyleminde en güzel eserlerinden birini ortaya çıkarmışsın. Bu konuda bazı şeyleri (kapıyı) cidden aşmışsın sevgili dostum...
YanıtlaSil