• Guilty Crown - 8-9



    Aradan geçen 2,5 haftalık sürenin ardından GC'de büyük bir değişim söz konusu. Shu artık mehter marşı dinleyip iki ileri bir geri yapmıyor, verdiği kararları artık bir kerede alabiliyor. Hmm, bunun dışında pek bir değişiklik yok açıkçası. İnceden bir alt metin gelişimiyle Shu'nun merhum (?) babası üzerinde şüphecikler yaratılmış ve Shu'nun geçmişi bu sayede bir nebze daha gizemli hale getirilmiş.

    8. bölüm serinin şimdiye kadar hafif hafif sürtündüğü fanservice tavrına bodoslama dalıyor ama yine de bir yerlerden Guilty Crown kendi atmosferine dair bir konu anlatmayı sürdürüyor... çok gereği varmış gibi. Keşke tüm bölüm baldır-bacak gösterisine ayrılsaymış. Hem böylece yarım yamalak bir aksiyon yaşatmamış hem de "bak işte biz dediydik bir ara" egosunu taşıyan bir bölüm çekilmemiş olurdu. 8. bölümdeki bıyıklı amcayı 4-5 bölüm sonra bir sürprizle yeniden gündeme getirmek (daha da fecisi seri sonunda getirmek olur) artık bayat bir taktik değil midir?

    Değildir. Çünkü benim gibi tür konusunda biraz güdük bir izleyicinin yeni fark ettiği üzere: Guilty Crown post-modern bir shounen. Klasik shounenlerdeki "El ele verelim, arkadaşlık çok güzel, sıkı çalışırsak kralını tanımayız" gibi mottoları her dakika görmüyoruz ama eninde sonunda bir yerden karşımıza çıkıyorlar. Bir de serinin hafifleştirilmiş kaotik atmosferi (apokalips sonrasında yeniden toparlanma sürecinin etkisi) GC'yi tipik bir tür animesi olmaktan biraz uzaklaştırıyor lakin hepsi bu. Hala bir shounen radarında kalmaya devam ediyor GC.

    Bu shounen klasmanı üzerinden gitme nedenim aslında GC'nin bolca makyajlanmış, dijitalleştirilmiş, teknolojikleştirilmiş klişeleri. Boku wa Tomodachi ga Sukunai'nin 10. bölümündeki plaj sahnesi her şeyi anlatıyor aslında: "İnsanlar plaja gider gitmez "PLAJ!" diye bağırmazlar mı?" bk. GC - 8. bölüm - Shu'nun arkadaşı. Ve bunun gibi daha nice klişe örnekleri benim bu seriyi ciddiye almamamı sağlıyor. Hoş, blogun takipçileri sezonun en iyisi seçtiler, herhalde bir bildikleri vardır.

    0 Görüş:

    Yorum Gönder

    Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

     

    Neden?

    Küçükken gazetelerin verdiği "noktaları birleştir" oyununu çözerdik, hatırlar mısınız? Noktaları birleştirdiğimizde bir hayvanın veya nesnenin şekli ortaya çıkardı. Edebiyatta bu noktalar darmadağındır. Okur bu noktaları istediği gibi birleştirir, yeni şekiller meydana getirip istediğini elde edebilir. Buna "özgür algı" diyorum. Sinemada ise bu noktalar zaten yönetmen tarafından birleştirilip içi de boyanmış bir şekilde önünüze sunulur. Siz perdede bir insan gördüğünüzde bu insanın gerçekten var olduğunu ve oyunculuk yaptığını bilirsiniz. Dolayısıyla beyniniz anlatılan konuyu bu insanın üzerinden yorumlamaya güdülenir ve anlatılanlar hangi türde (korku/fantastik/drama/komedi vb.) olursa olsun sizin aklınız senaryo aşamasında yazılan metni (edebiyat) yönetmenin anlatımında idrak etmeye yönelir. Buna da "tarifeli algı" diyorum.

    Animasyonda ise bu noktalar birleştirilmiş olmalarına rağmen içleri bomboştur. Meydana getirilmiş şeklin neyi sembolize edeceğine karar vermek sizin seçiminizdedir. Bir insanı izlerken onun yaşayan bir varlık, oyunculuk yapan bir aktör olmadığının bilincindesinizdir. Gördüklerinizin hiçbirinin gerçek olmadığını bilir, hepsinin bir çizerin elinden ekrana yansıdığının farkında olarak izlemeye devam edersiniz. Bu anlatım tekniği de anlatılan konuyla yakınlaşmanızı kolaylaştırır. Edebiyat kadar özgür olmasa da izleyiciyi sinemadan çok daha serbest bırakmakta ve hikayeyi ön plana çıkarmayı başarmaktadır. Buna henüz bir isim bulamadım, zaten bu yüzden izliyorum.

    Followers

    Sugoi